Mareşal Fevzi Çakmak Paşa, eşi Fitnat Hanım`a ´Fitnat. Öyle birşey biliyorum ki ortaya çıkıp söylememe bugüne kadarki tutumumuz ve davranışlarımız müsait değil. Mecburum, bu sırrı kendimle beraber mezara götürmeğe.” Fevzi Paşa`nın Fitnat Hanım`a anlattıkları şöyle yer alır sözkonusu kitapta: “Mütareke senesinde, bir Cuma selamlığından sonra Sultan Vahdettin beni huzuruna kabul etti.
“Paşa, dedi. Durumu görüyorsunuz. Bu işler anca Anadolu`da teşkilatlanarak kurtarılabilir. Bana Anadolu`da teşkilat kuracak, memleketi şu karanlık durumdan kurtarabilecek Paşaların bir listesini yapıp getirin.”
Ertesi Cuma, yine selamlıktan sonra huzuruna girip hazırladığım listeyi verdim. Dikkatle okuduktan sonra, bir müddet sustu. Sonra yarı kapalı gözleriyle ağır ağır, tane tane konuşmaya başladı:
“Paşa, Mustafa Kemal Paşa hırsız mıdır?” “Haşa Padişahım.” “Bir namussuzluğu, ahlaksızlığı var mıdır?” “Haşa Padişahım.” “Beceriksiz ve kabiliyetsiz midir?” “Hayır efendim. O hepimizden bilgili, kabiliyetli ve dinamiktir.” “O halde bu listeye niçin onun adını yazmadınız?..”
Hiç düşünmeden cevap verdim:
“Padişahım, Mustafa Kemal Paşa yenilik, bilhassa öteden beri Cumhuriyet taraftarıdır.”
Padişah elindeki kağıdı atar gibi masanın üzerine bıraktı… Ayağa kalkıp pencereye döndü. Limanda demirli İtilaf devletleri (İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan) gemilerini göstererek:
“Paşa, Paşa… Bu gemileri görmek kanıma dokunuyor. Bu memleket kurtulsun da isterse Cumhuriyet olsun… Kendine selamla birlikte tebliğ ediniz, haftaya Cuma günü Mustafa Kemal Paşa`yı göreceğim. (Vehbi Vakkasoğlu, Son Bozgun)
Vahdettin'in acı sonu
Sultan Vahdettin ülke toprakları dışına gitmek zorunda kalınca müslüman ülkelerden biri olan Mısır'a sığınır. Fakat Mısır Kralı Sultan'dan halifeliği almak isteyip de Sultan buna yanaşmayınca, Mısır'ın yanı sıra diğer İslam ülkelerine de kabul edilmeyerek İtalya'nın San Remo şehrine sığınarak, burada vefat eder...(Ayşe Kulin, Umut)
28 Temmuz 2009 Salı
25 Haziran 2009 Perşembe
Değerini Bilmek
Geçenlerde Nesibe ile sohbetimizde kıymetli birşeyi değerini bilene vermek gerektiği, aksi takdirde değerli varlığımızın hakettiği değere ulaştırılamayacağından bahsetmiştik, bunun üzerine aşağıdaki kıssa çok güzel bir tamamlayıcı oldu:
Vaktiyle ergin bir şeyh, yıllarca yanında yetiştirdiği müridini imtihan etmek ister. Onun eline iri bir pırlanta verip: “Oğlum” der “Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en sonra da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir.” Mürit elinde pırlanta bir bakkal dükkanına girer ve “Şunu alır mısınız?” diye sorar . Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği mücevheri alır; elinde evirir çevirir; sonra: “Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın” der. Mürit teşekkür edip çıkar. Bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği mücevhere ancak bir beş lira vermeye razı olur. Üçüncü olarak semerciye gidir: Buna ne verirsiniz?” diye sorar Semerci şöyle bir bakar, “Bu der “benim semerlere iyi süs olur. Bundan “kaş dediğimiz süslerden yaparım. Buna bir on lira veririm.”
Mürit en son olarak kuyumcuya gider. Kuyumcu mücevheri görünce yerinden fırlar. “Bu kadar büyük pırlantıya nereden buldun?” diye hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. “Buna kaç lira istiyorsun?” Mürit sorar: Siz ne veriyorsunuz?” “Ne istiyorsan veririm.” Mürit, “Hayır veremem.” diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya başlar: Ne olur bunu bana sat. Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim.” Mürit emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker.
Şeyhinin yanına dönen mürit büyük bir şaşkınlık içinde macerasını anlatır. Şeyh sorar: “Bundan ne anladın?”
Müridin verdiği cevap çok doğrudur: “Bir şey ancak değerini bilenin yanında kıymetlidir.”
Şeyh ilave eder: “İşte oğlum sen de, sana verdiklerimi, bildirdiklerimi ve öğrettiklerimi onun kıymetini bilmeyenlere verme. Eğer bir kimseye mutlaka vermek istiyorsan, önce vereceklerinin kıymetini tanıt, onlara saygıyı öğret, sonra ver.”
Niceleri vardır ki, nadide güllerden meydana gelen şahâne gül bahçesini, dikenli otlardan meydana gelmiş otlar sanır da çiğner geçerler.
Vaktiyle ergin bir şeyh, yıllarca yanında yetiştirdiği müridini imtihan etmek ister. Onun eline iri bir pırlanta verip: “Oğlum” der “Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en sonra da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir.” Mürit elinde pırlanta bir bakkal dükkanına girer ve “Şunu alır mısınız?” diye sorar . Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği mücevheri alır; elinde evirir çevirir; sonra: “Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın” der. Mürit teşekkür edip çıkar. Bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği mücevhere ancak bir beş lira vermeye razı olur. Üçüncü olarak semerciye gidir: Buna ne verirsiniz?” diye sorar Semerci şöyle bir bakar, “Bu der “benim semerlere iyi süs olur. Bundan “kaş dediğimiz süslerden yaparım. Buna bir on lira veririm.”
Mürit en son olarak kuyumcuya gider. Kuyumcu mücevheri görünce yerinden fırlar. “Bu kadar büyük pırlantıya nereden buldun?” diye hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. “Buna kaç lira istiyorsun?” Mürit sorar: Siz ne veriyorsunuz?” “Ne istiyorsan veririm.” Mürit, “Hayır veremem.” diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya başlar: Ne olur bunu bana sat. Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim.” Mürit emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker.
Şeyhinin yanına dönen mürit büyük bir şaşkınlık içinde macerasını anlatır. Şeyh sorar: “Bundan ne anladın?”
Müridin verdiği cevap çok doğrudur: “Bir şey ancak değerini bilenin yanında kıymetlidir.”
Şeyh ilave eder: “İşte oğlum sen de, sana verdiklerimi, bildirdiklerimi ve öğrettiklerimi onun kıymetini bilmeyenlere verme. Eğer bir kimseye mutlaka vermek istiyorsan, önce vereceklerinin kıymetini tanıt, onlara saygıyı öğret, sonra ver.”
Niceleri vardır ki, nadide güllerden meydana gelen şahâne gül bahçesini, dikenli otlardan meydana gelmiş otlar sanır da çiğner geçerler.
4 Haziran 2009 Perşembe
Veda Hutbesi
Allah'a kulluk yapmaya çalışırken çoğu zaman güzel ahlakı ihmal ediyoruz. Halbuki, ibadet ve güzel ahlak birbirinden ayrılmaz bir bütünün parçaları. Biri olmazsa diğeri eksik kalıyor. Bir taraftan benim kalbim temiz diyerek ibadetlerde tembellik ediyor, diğer taraftan ibadetlerimizle ilgili sorumluluklarımızı yerine getirip ahlakımızdaki eksiklikleri görmeme gafletine düşüyoruz. Toplumda 2. grubun sayısı arttıkça temsilde hata olduğu için üzerimize büyük bir sorumluluk alıyoruz... O yüzden bir taraftan çok eksik olan ibadetlerimizi en iyi şekilde yapmaya çalışırken diğer taraftan da ahlakımızı sürekli takviye edip Müslüman ahlakına ulaşmaya çalışmalıyız. Gece beni uykumdan uyandıran radyoda okunan Veda Hutbesi de bana burdan başlanmalı diyordu sanki... Allah okuyup içimize sindirmeyi, Efendimizin ahlakına sahip olmayı, ilmiyle amel edenlerden olmayı nasip etsin...
Bir başlangıç olarak Efendimizin güzel nasihatleri:
Bismillahirrahmanirrahim
Ey insanlar!
Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamıyacağım.
İnsanlar!
Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.
Ashabım!Muhakkak Rabbinize kavuşacaksınız. O da sizi yaptıklarınızdan dolayı sorguya çekecektir. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyetimi, burada bulunanlar, bulunmayanlara ulaştırsın. Olabilir ki, burada bulunan kimse bunları daha iyi anlayan birisine ulaştırmış olur.
Ashabım!
Kimin yanında bir emanet varsa, onu hemen sahibine versin. Biliniz ki, faizin her çeşidi kaldırılmıştır. Allah böyle hükmetmiştir. İlk kaldırdığım faiz de Abdulmutallib'in oğlu (amcam) Abbas’ın faizidir. Lakin anaparanız size aittir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız.
Ashabım!"
Dikkat ediniz, Cahiliyeden kalma bütün adetler kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Cahiliye devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalib'in torunu Iyas bin Rabia’nın kan davasıdır.
Ey insanlar!
Muhakkak ki, şeytan şu toprağınızda kendisine tapınmaktan tamamen ümidini kesmiştir. Fakat siz bunun dışında ufak tefek işlerinizde ona uyarsanız, bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız.
Ey insanlar!
Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah’ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah’ın emriyle helal kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınların da sizin üzerinizde hakkı vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınızı; yatağınızı hiç kimseye çiğnetmemeleri, hoşlanmadığınız kimseleri izniniz olmadıkça evlerinize almamalarıdır. Eğer gelmesine müsaade etmediğiniz bir kimseyi evinize alırlarsa, Allah, size onları yataklarında yalnız bırakmanıza ve daha olmazsa hafifçe dövüp sakındırmanıza izin vermiştir. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşru örf ve âdete göre yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.
Ey mü'minler!
Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler, Allah’ın kitabı Kur-ân-ı Kerim ve diğeri Ehl-i Beyt'imdir.
Mü'minler!
Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman Müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler. Bir Müslüman kardeşinin kanı da, malı da helal olmaz. Fakat malını gönül hoşluğu ile vermişse o başkadır.
Ey insanlar!
Cenab-ı Hakk her hak sahibine hakkını vermiştir. Her insanin mirastan hissesini ayırmıştır. Mirasçıya vasiyet etmeye lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden kimse için mahrumiyet vardır. Babasından başkasına ait soy iddia eden soysuz yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan köle, Allah’ın, meleklerinin ve bütün insanların lanetine uğrasın. Cenab-ı Hakk, bu gibi insanların ne tövbelerini, ne de adalet ve şahadetlerini kabul eder.
Ey insanlar!
Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O'ndan en çok korkanınızdır.
Azası kesik siyahî bir köle başınıza amir olarak tayin edilse, sizi Allah’ın kitabı ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz.
Suçlu kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu üzerine, oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz.
Dikkat ediniz! Şu dört şeyi kesinlikle yapmayacaksınız:
Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız. Allah’ın haram ve dokunulmaz kıldığı canı, haksız yere öldürmeyeceksiniz. Zina etmeyeceksiniz. Hırsızlık yapmayacaksınız. "İnsanlar Lâilahe illallah deyinceye kadar onlarla cihad etmek üzere emrolundum. Onlar bunu söyledikleri zaman kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Hesapları ise Allah'a aittir.
İnsanlar!
Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?"
Sahabe-i Kiram şöyle der:
Allah’ın elçiliğini ifa ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz, bize vasiyet ve nasihatte bulundunuz diye şehadet ederiz!"
Bunun üzerine Resul-i Ekrem Efendimiz (S.A.V.) şehadet parmağını kaldırdı, sonra da cemaatin üzerine çevirip indirdi ve şöyle buyurdu:
Şahid ol yâ Rab! Şahid ol yâ Rab! Şahid ol yâ Rab!"
Bir başlangıç olarak Efendimizin güzel nasihatleri:
Bismillahirrahmanirrahim
Ey insanlar!
Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamıyacağım.
İnsanlar!
Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.
Ashabım!Muhakkak Rabbinize kavuşacaksınız. O da sizi yaptıklarınızdan dolayı sorguya çekecektir. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyetimi, burada bulunanlar, bulunmayanlara ulaştırsın. Olabilir ki, burada bulunan kimse bunları daha iyi anlayan birisine ulaştırmış olur.
Ashabım!
Kimin yanında bir emanet varsa, onu hemen sahibine versin. Biliniz ki, faizin her çeşidi kaldırılmıştır. Allah böyle hükmetmiştir. İlk kaldırdığım faiz de Abdulmutallib'in oğlu (amcam) Abbas’ın faizidir. Lakin anaparanız size aittir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız.
Ashabım!"
Dikkat ediniz, Cahiliyeden kalma bütün adetler kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Cahiliye devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalib'in torunu Iyas bin Rabia’nın kan davasıdır.
Ey insanlar!
Muhakkak ki, şeytan şu toprağınızda kendisine tapınmaktan tamamen ümidini kesmiştir. Fakat siz bunun dışında ufak tefek işlerinizde ona uyarsanız, bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız.
Ey insanlar!
Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah’ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah’ın emriyle helal kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınların da sizin üzerinizde hakkı vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınızı; yatağınızı hiç kimseye çiğnetmemeleri, hoşlanmadığınız kimseleri izniniz olmadıkça evlerinize almamalarıdır. Eğer gelmesine müsaade etmediğiniz bir kimseyi evinize alırlarsa, Allah, size onları yataklarında yalnız bırakmanıza ve daha olmazsa hafifçe dövüp sakındırmanıza izin vermiştir. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşru örf ve âdete göre yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.
Ey mü'minler!
Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler, Allah’ın kitabı Kur-ân-ı Kerim ve diğeri Ehl-i Beyt'imdir.
Mü'minler!
Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman Müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler. Bir Müslüman kardeşinin kanı da, malı da helal olmaz. Fakat malını gönül hoşluğu ile vermişse o başkadır.
Ey insanlar!
Cenab-ı Hakk her hak sahibine hakkını vermiştir. Her insanin mirastan hissesini ayırmıştır. Mirasçıya vasiyet etmeye lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden kimse için mahrumiyet vardır. Babasından başkasına ait soy iddia eden soysuz yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan köle, Allah’ın, meleklerinin ve bütün insanların lanetine uğrasın. Cenab-ı Hakk, bu gibi insanların ne tövbelerini, ne de adalet ve şahadetlerini kabul eder.
Ey insanlar!
Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O'ndan en çok korkanınızdır.
Azası kesik siyahî bir köle başınıza amir olarak tayin edilse, sizi Allah’ın kitabı ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz.
Suçlu kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu üzerine, oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz.
Dikkat ediniz! Şu dört şeyi kesinlikle yapmayacaksınız:
Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız. Allah’ın haram ve dokunulmaz kıldığı canı, haksız yere öldürmeyeceksiniz. Zina etmeyeceksiniz. Hırsızlık yapmayacaksınız. "İnsanlar Lâilahe illallah deyinceye kadar onlarla cihad etmek üzere emrolundum. Onlar bunu söyledikleri zaman kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Hesapları ise Allah'a aittir.
İnsanlar!
Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?"
Sahabe-i Kiram şöyle der:
Allah’ın elçiliğini ifa ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz, bize vasiyet ve nasihatte bulundunuz diye şehadet ederiz!"
Bunun üzerine Resul-i Ekrem Efendimiz (S.A.V.) şehadet parmağını kaldırdı, sonra da cemaatin üzerine çevirip indirdi ve şöyle buyurdu:
Şahid ol yâ Rab! Şahid ol yâ Rab! Şahid ol yâ Rab!"
27 Mayıs 2009 Çarşamba
Kur'an Okumaları 1'den...
Kuranı Kerim'de pekçok peygamberin kıssaları anlatılır. Herbir kıssadan alacağımız ibretlik dersler vardır. Metin Karabaşoğlu da kitabında bu kıssalardan almamız gereken derslere yer veriyor...
*Meryem Suresinden;
Zekeriyya çok yaşlı bir peygamberdir. Hanımı da kısırdır. Çocukları yoktur. Zekeriyya A.S. görünürdeki tüm imkansızlıklara rağmen, gizli gizli Rabbine nida etmektedir. O'ndan, kendisine tevdi edilmiş nübüvvet görevini sürdürecek hayırlı bir evlat istemektedir. Ve bir gün Cebrail gelir, Zekeriyya'yı hayırlı bir çocukla müjdeler. Halık-ı Rahim tarafından çocuğun adı bile verilmiştir: Yahya. Yahya doğar, peygamber olur. Bu olay, Allah'ın hep belli yaştaki, belli özellikleri taşıyan anne-babalardan çocuk yarattığını gören bizlere, O'nun bu sebeplere mahkum olmadığını gösterir. Hikmet gereği herşeyi belli bir düzen içinde yaratan Kadir-i Mutlak, isterse ve hikmeti de iktiza ederse çok yaşlı bir baba ve kısır hanımını da çocuk sahibi kılabilir. Zekeriyya kıssası ile zihinlerimiz bu gerçeğe uyandıktan sonra, Meryem bahsine geçer. Bu kez kulu Meryem'i babasız bir oğulla müjdeler. Meryem, kısır teyzesi ile yaşlı eniştesinin bir evlat sahibi kılınışını görmüştür. Ama, babasız bir oğul denilince nasıl olur diye sorar, bana bir insan dokunmadı ve ben iffetli bir kimseyim. Cebrail, Meryem'e eniştesi Zekerriyya'ya dediğini tekrarlar: Dediğin gibidir der, ilave eder; Rabbin buyurdu ki bu işi yapmak Bana kolaydır. Bir zaman sonra İsa da doğar. Ortada yine sebeplerin acizliğini belgeleyen bir mucize vardır. Meryem iffetsizlikle suçlanır. Meryem'e nasıl böylesi kötü bir fiil işlediğini sorarlar. Meryem cevap vermez. Cebrail, kavminin bu sorularına karşılık Rabbinin savm(oruç) emrini bildirmiştir:
"Eğer insanlardan birini görürsen, de ki: ben Rahman olan Rabbime oruç adadım; artık bugün hiçbir insanla konuşmayacağım."
Bu susmanın Kuran'da savm(oruç) olarak ifade edilişi orucun yeme içmeyle sınırlı olmadığı mesajını da taşır. Rabbi adına belli bir vakitte birşey yememek oruç olduğu gibi, belli bir zaman ve yerde susmak da oruçtur.
Hz. Meryem bu orucu tam anlamıyla tuttu, insanlara karşı konuşmadı. Eliyle, ben konuşmam, beşikteki bebek konuşsun diye işaret etti. Yeni doğmuş bebek cevap verdi: inni Abdullah. Muhakkak ki ben Allah'ın kuluyum. O bana Kitabı verdi ve beni peygamber kıldı.
Hz. Meryem'im orucundan ders alalım; midemize oruç tuttururken, dilimize de "ya hak söyle ya sus" orucunu tutturalım ki gafletli hallerin habercisi olan gaflet sözlerinden uzaklaştıkça Rabbimizin güzel isimleri kulağımıza fısıldansın...
*Meryem Suresinden;
Zekeriyya çok yaşlı bir peygamberdir. Hanımı da kısırdır. Çocukları yoktur. Zekeriyya A.S. görünürdeki tüm imkansızlıklara rağmen, gizli gizli Rabbine nida etmektedir. O'ndan, kendisine tevdi edilmiş nübüvvet görevini sürdürecek hayırlı bir evlat istemektedir. Ve bir gün Cebrail gelir, Zekeriyya'yı hayırlı bir çocukla müjdeler. Halık-ı Rahim tarafından çocuğun adı bile verilmiştir: Yahya. Yahya doğar, peygamber olur. Bu olay, Allah'ın hep belli yaştaki, belli özellikleri taşıyan anne-babalardan çocuk yarattığını gören bizlere, O'nun bu sebeplere mahkum olmadığını gösterir. Hikmet gereği herşeyi belli bir düzen içinde yaratan Kadir-i Mutlak, isterse ve hikmeti de iktiza ederse çok yaşlı bir baba ve kısır hanımını da çocuk sahibi kılabilir. Zekeriyya kıssası ile zihinlerimiz bu gerçeğe uyandıktan sonra, Meryem bahsine geçer. Bu kez kulu Meryem'i babasız bir oğulla müjdeler. Meryem, kısır teyzesi ile yaşlı eniştesinin bir evlat sahibi kılınışını görmüştür. Ama, babasız bir oğul denilince nasıl olur diye sorar, bana bir insan dokunmadı ve ben iffetli bir kimseyim. Cebrail, Meryem'e eniştesi Zekerriyya'ya dediğini tekrarlar: Dediğin gibidir der, ilave eder; Rabbin buyurdu ki bu işi yapmak Bana kolaydır. Bir zaman sonra İsa da doğar. Ortada yine sebeplerin acizliğini belgeleyen bir mucize vardır. Meryem iffetsizlikle suçlanır. Meryem'e nasıl böylesi kötü bir fiil işlediğini sorarlar. Meryem cevap vermez. Cebrail, kavminin bu sorularına karşılık Rabbinin savm(oruç) emrini bildirmiştir:
"Eğer insanlardan birini görürsen, de ki: ben Rahman olan Rabbime oruç adadım; artık bugün hiçbir insanla konuşmayacağım."
Bu susmanın Kuran'da savm(oruç) olarak ifade edilişi orucun yeme içmeyle sınırlı olmadığı mesajını da taşır. Rabbi adına belli bir vakitte birşey yememek oruç olduğu gibi, belli bir zaman ve yerde susmak da oruçtur.
Hz. Meryem bu orucu tam anlamıyla tuttu, insanlara karşı konuşmadı. Eliyle, ben konuşmam, beşikteki bebek konuşsun diye işaret etti. Yeni doğmuş bebek cevap verdi: inni Abdullah. Muhakkak ki ben Allah'ın kuluyum. O bana Kitabı verdi ve beni peygamber kıldı.
Hz. Meryem'im orucundan ders alalım; midemize oruç tuttururken, dilimize de "ya hak söyle ya sus" orucunu tutturalım ki gafletli hallerin habercisi olan gaflet sözlerinden uzaklaştıkça Rabbimizin güzel isimleri kulağımıza fısıldansın...
22 Mayıs 2009 Cuma
Sağırın Hasta Ziyareti
Dün Kurtlar Vadisinde Ömer Baba Mesnevi'den bir hikaye anlattı. Hikaye şöyle:
Bir gün anlayışlı yol, yordam, hal hatır bilen bir zat bir sağıra: "Komşun hasta" diye haber verdi. Bunun üzerine sağır düşündü ve kendi kendine: "Bu sağır kulaklarla komşumun sözünü anlamam mümkün değil, fakat yine de gitmek lazım gitmezsem olmaz." diye düşündü. Sonra kendi kendine şöyle dedi: "Hastayı ziyarete giderim ona: "Ey benim sevgili dostum nasılsın?" derim o zaman elbetteki "İyiyim, hoşum şükürler olsun." diye cevap verecek. Ondan sonra: "Ne çorbası yedin?" diye sorarım. O da: "Mercimek çorbası." diye cevap verecek o zaman ben de: "Afiyet olsun, dedikten sonra hekimlerden kim geliyor, seni kim tedavi ediyor?" diye sorarım. O: "Filan hekim." deyince: "O hekimin ayağı çok uğurludur, o çok usta bir tabiptir o geldi mi işin yolunda demektir. Biz de onu denedik neye elini sürerse, kimi tedavi ederse onun işi tamam demektir." derim. Sağır kafasında soruları ve cevapları kurarak komşusunu ziyarete gitti; selam verdi: "Nasılsın komşun?" diye sordu. Komşusu inleyerek: "Ölüyorum." dedi. Sağır daha önce düşündüğü ve tasarladığı gibi: "Çok şükür." deyince buna hastanın canı çok sıkıldı. "Bu ne biçim komşu, galiba benim kötülüğümü düşünüyor." diye düşündü. Tam bu sırada: Sağır devam etti: "Ne yedin?" diye sordu. Hasta kızgınlıkla: "Zehir!" dedi. Sağır sükunetle: "Afiyet olsun." dedi. Bunun üzerine hasta iyice sinirlendi, fakat sesini çıkarmadı, sağır devam etti. "Tedavi için hekimlerden kim geliyor?" dedi. Artık dayanamayan hasta: "Azrail geliyor!" diye bağırdı. Bunun üzerine sağır: "Ha o mu, onun ayağı çok uğurludur, artık üzüntüyü bırak sevin, neşelen." dedi. Artık hastanın üzüntüsünün sınırı yoktu, adeta kahrolmuştu. Sağır, komşuluk hakkını ödedim, hasta komşumun halini hatırını sordum diye sevinerek dışarı çıktı. Hasta bu sırada: "Bu adam benim düşmanımmış, kötülüğümü istiyormuş, bugüne kadar anlayamamışım." diye düşünüyordu.
Çok yakın zamanda bu hikayeyi okuduğumda bundan çıkarılması gereken ders nedir ki diye düşünmüştüm; cevabı Ömer Baba'dan aldım: Hikayeyi anlatmasının sebebi, Polat'ın hanımının sıkıntısına karşı "sağır" kesilip, sormadığı için sıkıntısı olmadığını düşünmesi idi. Sonuç olarak çıkarılan ders şudur; hikayedeki sağır gibi olup da başkalarının sıkıntıları olmadığını düşünerek dinlememezlik etme...
Bir gün anlayışlı yol, yordam, hal hatır bilen bir zat bir sağıra: "Komşun hasta" diye haber verdi. Bunun üzerine sağır düşündü ve kendi kendine: "Bu sağır kulaklarla komşumun sözünü anlamam mümkün değil, fakat yine de gitmek lazım gitmezsem olmaz." diye düşündü. Sonra kendi kendine şöyle dedi: "Hastayı ziyarete giderim ona: "Ey benim sevgili dostum nasılsın?" derim o zaman elbetteki "İyiyim, hoşum şükürler olsun." diye cevap verecek. Ondan sonra: "Ne çorbası yedin?" diye sorarım. O da: "Mercimek çorbası." diye cevap verecek o zaman ben de: "Afiyet olsun, dedikten sonra hekimlerden kim geliyor, seni kim tedavi ediyor?" diye sorarım. O: "Filan hekim." deyince: "O hekimin ayağı çok uğurludur, o çok usta bir tabiptir o geldi mi işin yolunda demektir. Biz de onu denedik neye elini sürerse, kimi tedavi ederse onun işi tamam demektir." derim. Sağır kafasında soruları ve cevapları kurarak komşusunu ziyarete gitti; selam verdi: "Nasılsın komşun?" diye sordu. Komşusu inleyerek: "Ölüyorum." dedi. Sağır daha önce düşündüğü ve tasarladığı gibi: "Çok şükür." deyince buna hastanın canı çok sıkıldı. "Bu ne biçim komşu, galiba benim kötülüğümü düşünüyor." diye düşündü. Tam bu sırada: Sağır devam etti: "Ne yedin?" diye sordu. Hasta kızgınlıkla: "Zehir!" dedi. Sağır sükunetle: "Afiyet olsun." dedi. Bunun üzerine hasta iyice sinirlendi, fakat sesini çıkarmadı, sağır devam etti. "Tedavi için hekimlerden kim geliyor?" dedi. Artık dayanamayan hasta: "Azrail geliyor!" diye bağırdı. Bunun üzerine sağır: "Ha o mu, onun ayağı çok uğurludur, artık üzüntüyü bırak sevin, neşelen." dedi. Artık hastanın üzüntüsünün sınırı yoktu, adeta kahrolmuştu. Sağır, komşuluk hakkını ödedim, hasta komşumun halini hatırını sordum diye sevinerek dışarı çıktı. Hasta bu sırada: "Bu adam benim düşmanımmış, kötülüğümü istiyormuş, bugüne kadar anlayamamışım." diye düşünüyordu.
Çok yakın zamanda bu hikayeyi okuduğumda bundan çıkarılması gereken ders nedir ki diye düşünmüştüm; cevabı Ömer Baba'dan aldım: Hikayeyi anlatmasının sebebi, Polat'ın hanımının sıkıntısına karşı "sağır" kesilip, sormadığı için sıkıntısı olmadığını düşünmesi idi. Sonuç olarak çıkarılan ders şudur; hikayedeki sağır gibi olup da başkalarının sıkıntıları olmadığını düşünerek dinlememezlik etme...
Haftasonu İstanbul
19 Mayıs'ı fırsat bilerek İstanbul'u biraz daha keşfetmeye karar verdik. Bu muhteşem şehre insan doymuyor, aynı yerlere ne kadar gitse de sıkılmıyor insan. Sanki Boğaz, köprüler, kız kulesi, ve denizin üstünden akisleri görünen minareler her defasında ayrı bişeyler fısıldıyor kulaklarımıza... Çok şükür ki, bu efsunlu şehir Türk topraklarında...
7 Mayıs 2009 Perşembe
Şu sıralarda uzuun zamandır okumak istediğim Necip Fazıl'ın gaye eserim dediği "Çöle İnen Nur"unu okuyorum. Üstadın farklı, sürükleyici üslubuyla o muhteşem hayat hikayesi birleşince ortaya güzel bir eser çıkmış... Her sayfası, her satırı, her harfi mühim olan kitabın hangi yerinden bahsetsem bilemedim. Daha sonra bir kısım yerlerinden bahsederim inşallah...
30 Nisan 2009 Perşembe
Hissiyatların manevi ve hakiki yönleri
İnsanda binlerce hissiyat vardır, herbir hissiyatın mecazî ve hakikî olmak üzere iki mertebesi bulunur. İnsan, kendisine verilen manevî duyguları mecazî anlamıyla, yani nefsinin ve dünyanın hesabına kullanırsa kötü ahlaka ve gayesizliğe medar olur. Eğer hafiflerini dünya işlerine, şiddetli hissiyatlarını ahiret vazifelerine sarf etse iyi huya sahip olur, iki cihan saadetine medar olur.
Nasıl oluyor bu? Bahiste üç örnek var. Bunlardan birincisi, gelecek hakkındaki endişe. İnsan gelecek hakkında şiddetlice endişe ettiği vakit bakar ki, o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde senet yok. Hem de gelecek kısa olduğundan onca endişe etmeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonraki hakiki ve uzun istikbale yönelir.
Hırsın da mecazi ve hakiki iki yönü mevcuttur.İnsan mala ve makama karşı hırs gösterir, bakar ki geçici olarak onun gözetimine verilmiş olan o fani mal ve riyaya sebep olabilecek şöhret o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan, hakiki makam olan manevi mertebeler ve hakiki mal olan, Allah rızası için yapılan işlere yönelir. Kötü bir huy olan menfî hırs, yüce bir huy olan hakikî hırsa yönelir.
Üçüncü örnek de inattan veriliyor.. İnsan şiddetli bir inadı önemsiz, fani işlere sarfeder. Bir dakika inada değmeyen işlere bir sene inat eder. Bakar ki, buna değmiyor, bunu ahirete yönelik işlere yönlendirir. Kötü huy olan gereksiz inat, hakiki inada, yani hakta şiddetli kararlılığa yönelir.
Üstad diyor ki, bazı nasihlerin "hased etme, inat gösterme, hırslanma" gibi nasihatlerinin tesirsiz kalmasının sebebi, insana fıtratını değiştir demek gibi güç yetirilemez bir tavsiye olmasındandır. Eğer deseler ki, "bunların yüzünü hayırlı işlere çeviriniz", o zaman nasihat tesirli olur.
Nasıl oluyor bu? Bahiste üç örnek var. Bunlardan birincisi, gelecek hakkındaki endişe. İnsan gelecek hakkında şiddetlice endişe ettiği vakit bakar ki, o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde senet yok. Hem de gelecek kısa olduğundan onca endişe etmeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonraki hakiki ve uzun istikbale yönelir.
Hırsın da mecazi ve hakiki iki yönü mevcuttur.İnsan mala ve makama karşı hırs gösterir, bakar ki geçici olarak onun gözetimine verilmiş olan o fani mal ve riyaya sebep olabilecek şöhret o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan, hakiki makam olan manevi mertebeler ve hakiki mal olan, Allah rızası için yapılan işlere yönelir. Kötü bir huy olan menfî hırs, yüce bir huy olan hakikî hırsa yönelir.
Üçüncü örnek de inattan veriliyor.. İnsan şiddetli bir inadı önemsiz, fani işlere sarfeder. Bir dakika inada değmeyen işlere bir sene inat eder. Bakar ki, buna değmiyor, bunu ahirete yönelik işlere yönlendirir. Kötü huy olan gereksiz inat, hakiki inada, yani hakta şiddetli kararlılığa yönelir.
Üstad diyor ki, bazı nasihlerin "hased etme, inat gösterme, hırslanma" gibi nasihatlerinin tesirsiz kalmasının sebebi, insana fıtratını değiştir demek gibi güç yetirilemez bir tavsiye olmasındandır. Eğer deseler ki, "bunların yüzünü hayırlı işlere çeviriniz", o zaman nasihat tesirli olur.
Aşka dair Mektubattan bir katre
Aşk şiddetli bir muhabbettir. Fani mahbuplara müteveccih olduğu vakit, ya o aşk kendi sahibini daimi bir azap ve elemde bırakır veyahut o mecazi mahbup, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için, bâki bir mahbubu arattırır, aşk-ı mecazî aşk-ı hakikiye inkılap eder...
29 Nisan 2009 Çarşamba
Aşk'tan Aynalar Koridorunda Aşk'a
Mutlu (ya da olması gereken) son ilahi aşkla biten bir hikayeyle bitmeli demiştim, çünkü beşeri aşk insanoğlunun nihai hedefi değil, bir araçtır, amaç ilahi aşka kavuşmaktır; beşeri aşk insanı huzura kavuşturmak bir yana, mutsuz ve huzursuz eder... Bununla ilgili en güzel açıklamaları daha önce okuduğum Mustafa Ulusoy'un "Aynalar Koridorunda Aşk" kitabından edinmiştim.
Ulusoy insanoğlunun çektiği tüm psikolojik sıkıntıların temelinde benlik kavramının yattığını anlatır kitabında... "yaşamı zorlaştıran, insanın sınırlarını bilmeyen benliğidir" der. İnsanın kendini kusursuz bir mükemmelliğe adama çabası kendi insanî zaaf, ihtiyaç ve eksikliklerinden uzaklaştırıyor, hayalî bir kusursuz varlığa ulaşmayı hedefliyor; mükemmel şeyler yapamadığını gördükçe kendine kızıyor, kendisinden soğuyor.. Hata yapma benliğin mükemmellik kriterine uymuyor. (Yani insan olduğumuzu unutup hırslanıyoruz, iyi de insanoğlunun yapısında hırs özelliği varsa ne yapalım? Bununla ilgili Mektubat'ta bir bahis var, şu konu kaynamasın da sonra ondan bahsedeyim..) Bu şekilde mükemmel olma çabası insanın narsist benliğinin bir oyunu... Diğer oyunundan ise şöyle bahseder; hayatını şikayet üzerine kurma, hayatı kendisine acıma haline getirme tutumu narsistleşmiş bir benlik oyunudur. Kendisine verilene şükran duyma yerine daha fazlasına hakkı olduğunu iddia eden narsistleşmiş benlik, varoluşun her halini bir tenkit unsuru haline getirir. Narsist benlik, kendisini Yaratıcıdan bağımsızlaştırmaya çalışarak, çekilen acıları O'na giden bir yola dönüştürmek yerine, kendisini yüceltmeye giden bir yola dönüştürür. Benlik bu yolla Yaratıcının insanın önüne koyduğu tüm varoluş olanaklarını hem hiçleştirir; bunu bir zavallılık, bir mahrumiyet konusu yaparak kendisine acır.
Bir insanın hayatının bir hiç olduğunu, gereksiz olduğunu hissetmesi insanın en temel acısıdır. Bunu düşünen ruh acı çeker, bir dayanak noktası arar. İnsanın aradığı dayanak noktası ya kendi içinde ya da kendi dışında olacaktır. Kendi dışındaki dayanak noktası ya kendi gibi aynı varoluş imkanına sahip diğer insanlar olacaktır, ya da tüm varoluşu yokluktan var kılan mutlak kudreti olan bir Yaratıcı... İnsanın kendi içindeki dayanak noktası yine kendisi olacaktır. Benlik kendisi dışında gerçekten kudretli, herşeye kâdir bir varlığı dayanak noktası kabul etmeyi reddeder. Kendisini dayanak noktası olarak seçecekse mükemmel olmalıdır. Zira, mükemmel olmayan bir varlık dayanak noktası olamaz. Gerçekte insan mutlak acizdir. Mükemmel olma çabası içerisinde her istediğinin gerçekleşmesini ister, engellenmeye tahammül edemez. İstedikleri olmadığında ise büyük öfke patlamaları yaşar...
Ve geliyoruz aşk sorunlarına...Aşk başkasını sevmek, başkasına bağlanmak olarak görülse de temelinde sevilmek, önemsenmek, değer bulma arayışı vardır. Karşılıksız sevenlerse fantazilerinde aşklarına karşılık bulurlar. Çünkü insan illa da önemsenmek, bir başka varlıkta anlam ve önem kazanmak ister. Bir başka varlığın içinde iyi bir yeri olduğuna inanmayan insanın aşkı biter. Aşkın bir diğer özelliği de sevilen kişinin yüceltilmesidir.Aşık olunan kişi, tüm insanî zayıflıklarından ve zaaflarından soyutlanarak kutsallaştırılır.
Yokluk, mutlak şer; varlık, mutlak hayırdır. (sanırım bu kısım mektubattaki bir bahisten esinlenmiş, ondan da sonra bahsedeyim) Yaratıcının insanı varetmesi, insana verdiği değerin mutlak ve sonsuz olduğunu gösterir. Çünkü varlık ile yokluk arasındaki fark sonsuzdur. İnsana sonsuz bir mesafe katettirilerek sonsuz bir değer verilmiştir. İnsan var edildiği an, bir kere mutlak değerli olmanın tadını da hissetmiştir. Hayat boyu arayacağı hep bu Mutlak Yaratıcının verdiği mutlak değer olacaktır. İnsanın ruhunu ancak mutlak değerli olduğu duygusu doyuracaktır. Yaratıcı ile ilişkilendirilmeyen hiçbir sevgi, hiçbir ilgi, hiçbir aşk insanı tatmin edemeyecektir...
Yani özetleyecek olursam; insanoğlu hayata geliş- yaşama amacını sorgularken kendine bir dayanak noktası-bir hayata bağlanma amacı seçer. Bu kimi zaman kendisi olur (bu durumda mükemmel olmaya çalışır, ama hayat her zaman istediğimiz yönde ilerlemeyeceği için buna ulaşamaz, ulaşamadıkça iç dünyası yıkıma uğrar, kendini sevmez, dolayısıyla çevresindekileri sevmez, Yaratıcıya kızar...), kimi zaman başka bir yaratılan olur (böyle olursa da hem ondan hep sevgi ve ilgi bekler, ama karşılığında alacağı şey hiçbir zaman mutlak sevgi olamayacağı için bu kişiyi asla tatmin edemez,bu yüzden hayalkırıklıkları yaşar). Sonuç olarak; insanın ruhu ancak Yaratıcının sevgisiyle doyuma ulaşabilir ve dolayısıyla insan ancak Yaratıcıya dayanırsa mutlak bir huzura erişir...
Ulusoy insanoğlunun çektiği tüm psikolojik sıkıntıların temelinde benlik kavramının yattığını anlatır kitabında... "yaşamı zorlaştıran, insanın sınırlarını bilmeyen benliğidir" der. İnsanın kendini kusursuz bir mükemmelliğe adama çabası kendi insanî zaaf, ihtiyaç ve eksikliklerinden uzaklaştırıyor, hayalî bir kusursuz varlığa ulaşmayı hedefliyor; mükemmel şeyler yapamadığını gördükçe kendine kızıyor, kendisinden soğuyor.. Hata yapma benliğin mükemmellik kriterine uymuyor. (Yani insan olduğumuzu unutup hırslanıyoruz, iyi de insanoğlunun yapısında hırs özelliği varsa ne yapalım? Bununla ilgili Mektubat'ta bir bahis var, şu konu kaynamasın da sonra ondan bahsedeyim..) Bu şekilde mükemmel olma çabası insanın narsist benliğinin bir oyunu... Diğer oyunundan ise şöyle bahseder; hayatını şikayet üzerine kurma, hayatı kendisine acıma haline getirme tutumu narsistleşmiş bir benlik oyunudur. Kendisine verilene şükran duyma yerine daha fazlasına hakkı olduğunu iddia eden narsistleşmiş benlik, varoluşun her halini bir tenkit unsuru haline getirir. Narsist benlik, kendisini Yaratıcıdan bağımsızlaştırmaya çalışarak, çekilen acıları O'na giden bir yola dönüştürmek yerine, kendisini yüceltmeye giden bir yola dönüştürür. Benlik bu yolla Yaratıcının insanın önüne koyduğu tüm varoluş olanaklarını hem hiçleştirir; bunu bir zavallılık, bir mahrumiyet konusu yaparak kendisine acır.
Bir insanın hayatının bir hiç olduğunu, gereksiz olduğunu hissetmesi insanın en temel acısıdır. Bunu düşünen ruh acı çeker, bir dayanak noktası arar. İnsanın aradığı dayanak noktası ya kendi içinde ya da kendi dışında olacaktır. Kendi dışındaki dayanak noktası ya kendi gibi aynı varoluş imkanına sahip diğer insanlar olacaktır, ya da tüm varoluşu yokluktan var kılan mutlak kudreti olan bir Yaratıcı... İnsanın kendi içindeki dayanak noktası yine kendisi olacaktır. Benlik kendisi dışında gerçekten kudretli, herşeye kâdir bir varlığı dayanak noktası kabul etmeyi reddeder. Kendisini dayanak noktası olarak seçecekse mükemmel olmalıdır. Zira, mükemmel olmayan bir varlık dayanak noktası olamaz. Gerçekte insan mutlak acizdir. Mükemmel olma çabası içerisinde her istediğinin gerçekleşmesini ister, engellenmeye tahammül edemez. İstedikleri olmadığında ise büyük öfke patlamaları yaşar...
Ve geliyoruz aşk sorunlarına...Aşk başkasını sevmek, başkasına bağlanmak olarak görülse de temelinde sevilmek, önemsenmek, değer bulma arayışı vardır. Karşılıksız sevenlerse fantazilerinde aşklarına karşılık bulurlar. Çünkü insan illa da önemsenmek, bir başka varlıkta anlam ve önem kazanmak ister. Bir başka varlığın içinde iyi bir yeri olduğuna inanmayan insanın aşkı biter. Aşkın bir diğer özelliği de sevilen kişinin yüceltilmesidir.Aşık olunan kişi, tüm insanî zayıflıklarından ve zaaflarından soyutlanarak kutsallaştırılır.
Yokluk, mutlak şer; varlık, mutlak hayırdır. (sanırım bu kısım mektubattaki bir bahisten esinlenmiş, ondan da sonra bahsedeyim) Yaratıcının insanı varetmesi, insana verdiği değerin mutlak ve sonsuz olduğunu gösterir. Çünkü varlık ile yokluk arasındaki fark sonsuzdur. İnsana sonsuz bir mesafe katettirilerek sonsuz bir değer verilmiştir. İnsan var edildiği an, bir kere mutlak değerli olmanın tadını da hissetmiştir. Hayat boyu arayacağı hep bu Mutlak Yaratıcının verdiği mutlak değer olacaktır. İnsanın ruhunu ancak mutlak değerli olduğu duygusu doyuracaktır. Yaratıcı ile ilişkilendirilmeyen hiçbir sevgi, hiçbir ilgi, hiçbir aşk insanı tatmin edemeyecektir...
Yani özetleyecek olursam; insanoğlu hayata geliş- yaşama amacını sorgularken kendine bir dayanak noktası-bir hayata bağlanma amacı seçer. Bu kimi zaman kendisi olur (bu durumda mükemmel olmaya çalışır, ama hayat her zaman istediğimiz yönde ilerlemeyeceği için buna ulaşamaz, ulaşamadıkça iç dünyası yıkıma uğrar, kendini sevmez, dolayısıyla çevresindekileri sevmez, Yaratıcıya kızar...), kimi zaman başka bir yaratılan olur (böyle olursa da hem ondan hep sevgi ve ilgi bekler, ama karşılığında alacağı şey hiçbir zaman mutlak sevgi olamayacağı için bu kişiyi asla tatmin edemez,bu yüzden hayalkırıklıkları yaşar). Sonuç olarak; insanın ruhu ancak Yaratıcının sevgisiyle doyuma ulaşabilir ve dolayısıyla insan ancak Yaratıcıya dayanırsa mutlak bir huzura erişir...
28 Nisan 2009 Salı
Son böyle olmasamıydı?
"Aşk" bitti.. Bozulacağım diye düşündüğüm şey gerçekleşti, Ella Aziz'e aşık oldu. Aman canım ben de pek bi katı düşünmüşüm, romanın adı aşk zaten, bunun olcağı belliydi, amma ve lâkin romanın ana teması "ilahi aşk" olduğuna göre sonu da şöyle bitmeli, en sonunda Ella Aziz'i kaybettikten sonra Müslüman olup Allah yoluna bağlanmalı, ilahi aşkı tatmalı... Bu romanın ikincisi yazılsa, bunda da Ella'nın bu safhada yaşadıkları anlatılsa o zaman bu ikili tadından yenmez bir hal alır...
27 Nisan 2009 Pazartesi
Siftah...
Biryerlerden başlamam gerekiyorsa, geçmişe doğru yol almadan önce bugünden başlamak, güncele dokunmak tercihim olacak. Bu durumda başlangıç noktam, bitirmek üzere olduğum, Elif Şafak'ın en son romanı Aşk olmalı değil mi.. Hiç adetim olmamasına rağmen bu güncel romanın büyüsüne kapıldım. Sebebi konusunda saklı, ilahi aşka değinen, tasavvuf kokan, insanı taa derinlere çeken büyüsü... Önce şaşırmıştım, tasavvuf popüler kültür takipçisi insanların pek de ilgisini çekmez.. Ama işin içinde popüler bir yazar olunca çekiyor demek ki. Bu noktada Elif Şafak'ı çok takdir ettim. Öte yandan itiraf etmeliyim ki, benim pek de popüler kültürü takip eden insanlar tarafından bilinmeyen favorim Emine Işınsu'nun aynı tarz romanlarından aldığım zevk bambaşka... Bu da popülerlik farkından olsa gerek. Yani popüler kültür takipçisi kitlenin ilgi duyması için yine de içine biraz farklı açılımları sokmak gerekiyor. Mesela Şems ile Mevlana'nın evlatlığı Kimya evliliğindeki mahrem ilişki yüzeysel anlatılsaydı olmazmıydı? bunu asıl amacı ilahi aşkı anlatan romana almak büyüyü bozmaz mı? Emine Işınsu böyle anlatımlara yer vermediği için mi ünlü-popüler olmuyor?
Romanın sonunu merak ediyorum, Ella ile Aziz arasında bir aşk olursa çok bozulacağım sanırım.. Neden ya, yoksa ben de aşka karşı mıyım "Aşk Şeriatı"yla henüz tanışmayan Ella gibi? Ellayla beraber "Aşk Şeriatı"yla tanıştığıma göre neden bozuluyorum ki?? Hayır.. İlahi aşka giden yol beşeri aşktan geçer, Züleyhanın Yusufa duyduğu şiddetli aşktan sonra ilahi aşka kapılmasıyla beraber Yusufa olan aşkının yok olması, ya da aslında seviye atlaması gibi... Öyleyse bu romanın sonunda da beşeri aşk olmamalı, yollar ilahi aşka varmalı...
Ee o zaman bitireyim bakalım...
Romanın sonunu merak ediyorum, Ella ile Aziz arasında bir aşk olursa çok bozulacağım sanırım.. Neden ya, yoksa ben de aşka karşı mıyım "Aşk Şeriatı"yla henüz tanışmayan Ella gibi? Ellayla beraber "Aşk Şeriatı"yla tanıştığıma göre neden bozuluyorum ki?? Hayır.. İlahi aşka giden yol beşeri aşktan geçer, Züleyhanın Yusufa duyduğu şiddetli aşktan sonra ilahi aşka kapılmasıyla beraber Yusufa olan aşkının yok olması, ya da aslında seviye atlaması gibi... Öyleyse bu romanın sonunda da beşeri aşk olmamalı, yollar ilahi aşka varmalı...
Ee o zaman bitireyim bakalım...
Kaydol:
Yorumlar (Atom)