İnsanda binlerce hissiyat vardır, herbir hissiyatın mecazî ve hakikî olmak üzere iki mertebesi bulunur. İnsan, kendisine verilen manevî duyguları mecazî anlamıyla, yani nefsinin ve dünyanın hesabına kullanırsa kötü ahlaka ve gayesizliğe medar olur. Eğer hafiflerini dünya işlerine, şiddetli hissiyatlarını ahiret vazifelerine sarf etse iyi huya sahip olur, iki cihan saadetine medar olur.
Nasıl oluyor bu? Bahiste üç örnek var. Bunlardan birincisi, gelecek hakkındaki endişe. İnsan gelecek hakkında şiddetlice endişe ettiği vakit bakar ki, o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde senet yok. Hem de gelecek kısa olduğundan onca endişe etmeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonraki hakiki ve uzun istikbale yönelir.
Hırsın da mecazi ve hakiki iki yönü mevcuttur.İnsan mala ve makama karşı hırs gösterir, bakar ki geçici olarak onun gözetimine verilmiş olan o fani mal ve riyaya sebep olabilecek şöhret o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan, hakiki makam olan manevi mertebeler ve hakiki mal olan, Allah rızası için yapılan işlere yönelir. Kötü bir huy olan menfî hırs, yüce bir huy olan hakikî hırsa yönelir.
Üçüncü örnek de inattan veriliyor.. İnsan şiddetli bir inadı önemsiz, fani işlere sarfeder. Bir dakika inada değmeyen işlere bir sene inat eder. Bakar ki, buna değmiyor, bunu ahirete yönelik işlere yönlendirir. Kötü huy olan gereksiz inat, hakiki inada, yani hakta şiddetli kararlılığa yönelir.
Üstad diyor ki, bazı nasihlerin "hased etme, inat gösterme, hırslanma" gibi nasihatlerinin tesirsiz kalmasının sebebi, insana fıtratını değiştir demek gibi güç yetirilemez bir tavsiye olmasındandır. Eğer deseler ki, "bunların yüzünü hayırlı işlere çeviriniz", o zaman nasihat tesirli olur.
30 Nisan 2009 Perşembe
Aşka dair Mektubattan bir katre
Aşk şiddetli bir muhabbettir. Fani mahbuplara müteveccih olduğu vakit, ya o aşk kendi sahibini daimi bir azap ve elemde bırakır veyahut o mecazi mahbup, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için, bâki bir mahbubu arattırır, aşk-ı mecazî aşk-ı hakikiye inkılap eder...
29 Nisan 2009 Çarşamba
Aşk'tan Aynalar Koridorunda Aşk'a
Mutlu (ya da olması gereken) son ilahi aşkla biten bir hikayeyle bitmeli demiştim, çünkü beşeri aşk insanoğlunun nihai hedefi değil, bir araçtır, amaç ilahi aşka kavuşmaktır; beşeri aşk insanı huzura kavuşturmak bir yana, mutsuz ve huzursuz eder... Bununla ilgili en güzel açıklamaları daha önce okuduğum Mustafa Ulusoy'un "Aynalar Koridorunda Aşk" kitabından edinmiştim.
Ulusoy insanoğlunun çektiği tüm psikolojik sıkıntıların temelinde benlik kavramının yattığını anlatır kitabında... "yaşamı zorlaştıran, insanın sınırlarını bilmeyen benliğidir" der. İnsanın kendini kusursuz bir mükemmelliğe adama çabası kendi insanî zaaf, ihtiyaç ve eksikliklerinden uzaklaştırıyor, hayalî bir kusursuz varlığa ulaşmayı hedefliyor; mükemmel şeyler yapamadığını gördükçe kendine kızıyor, kendisinden soğuyor.. Hata yapma benliğin mükemmellik kriterine uymuyor. (Yani insan olduğumuzu unutup hırslanıyoruz, iyi de insanoğlunun yapısında hırs özelliği varsa ne yapalım? Bununla ilgili Mektubat'ta bir bahis var, şu konu kaynamasın da sonra ondan bahsedeyim..) Bu şekilde mükemmel olma çabası insanın narsist benliğinin bir oyunu... Diğer oyunundan ise şöyle bahseder; hayatını şikayet üzerine kurma, hayatı kendisine acıma haline getirme tutumu narsistleşmiş bir benlik oyunudur. Kendisine verilene şükran duyma yerine daha fazlasına hakkı olduğunu iddia eden narsistleşmiş benlik, varoluşun her halini bir tenkit unsuru haline getirir. Narsist benlik, kendisini Yaratıcıdan bağımsızlaştırmaya çalışarak, çekilen acıları O'na giden bir yola dönüştürmek yerine, kendisini yüceltmeye giden bir yola dönüştürür. Benlik bu yolla Yaratıcının insanın önüne koyduğu tüm varoluş olanaklarını hem hiçleştirir; bunu bir zavallılık, bir mahrumiyet konusu yaparak kendisine acır.
Bir insanın hayatının bir hiç olduğunu, gereksiz olduğunu hissetmesi insanın en temel acısıdır. Bunu düşünen ruh acı çeker, bir dayanak noktası arar. İnsanın aradığı dayanak noktası ya kendi içinde ya da kendi dışında olacaktır. Kendi dışındaki dayanak noktası ya kendi gibi aynı varoluş imkanına sahip diğer insanlar olacaktır, ya da tüm varoluşu yokluktan var kılan mutlak kudreti olan bir Yaratıcı... İnsanın kendi içindeki dayanak noktası yine kendisi olacaktır. Benlik kendisi dışında gerçekten kudretli, herşeye kâdir bir varlığı dayanak noktası kabul etmeyi reddeder. Kendisini dayanak noktası olarak seçecekse mükemmel olmalıdır. Zira, mükemmel olmayan bir varlık dayanak noktası olamaz. Gerçekte insan mutlak acizdir. Mükemmel olma çabası içerisinde her istediğinin gerçekleşmesini ister, engellenmeye tahammül edemez. İstedikleri olmadığında ise büyük öfke patlamaları yaşar...
Ve geliyoruz aşk sorunlarına...Aşk başkasını sevmek, başkasına bağlanmak olarak görülse de temelinde sevilmek, önemsenmek, değer bulma arayışı vardır. Karşılıksız sevenlerse fantazilerinde aşklarına karşılık bulurlar. Çünkü insan illa da önemsenmek, bir başka varlıkta anlam ve önem kazanmak ister. Bir başka varlığın içinde iyi bir yeri olduğuna inanmayan insanın aşkı biter. Aşkın bir diğer özelliği de sevilen kişinin yüceltilmesidir.Aşık olunan kişi, tüm insanî zayıflıklarından ve zaaflarından soyutlanarak kutsallaştırılır.
Yokluk, mutlak şer; varlık, mutlak hayırdır. (sanırım bu kısım mektubattaki bir bahisten esinlenmiş, ondan da sonra bahsedeyim) Yaratıcının insanı varetmesi, insana verdiği değerin mutlak ve sonsuz olduğunu gösterir. Çünkü varlık ile yokluk arasındaki fark sonsuzdur. İnsana sonsuz bir mesafe katettirilerek sonsuz bir değer verilmiştir. İnsan var edildiği an, bir kere mutlak değerli olmanın tadını da hissetmiştir. Hayat boyu arayacağı hep bu Mutlak Yaratıcının verdiği mutlak değer olacaktır. İnsanın ruhunu ancak mutlak değerli olduğu duygusu doyuracaktır. Yaratıcı ile ilişkilendirilmeyen hiçbir sevgi, hiçbir ilgi, hiçbir aşk insanı tatmin edemeyecektir...
Yani özetleyecek olursam; insanoğlu hayata geliş- yaşama amacını sorgularken kendine bir dayanak noktası-bir hayata bağlanma amacı seçer. Bu kimi zaman kendisi olur (bu durumda mükemmel olmaya çalışır, ama hayat her zaman istediğimiz yönde ilerlemeyeceği için buna ulaşamaz, ulaşamadıkça iç dünyası yıkıma uğrar, kendini sevmez, dolayısıyla çevresindekileri sevmez, Yaratıcıya kızar...), kimi zaman başka bir yaratılan olur (böyle olursa da hem ondan hep sevgi ve ilgi bekler, ama karşılığında alacağı şey hiçbir zaman mutlak sevgi olamayacağı için bu kişiyi asla tatmin edemez,bu yüzden hayalkırıklıkları yaşar). Sonuç olarak; insanın ruhu ancak Yaratıcının sevgisiyle doyuma ulaşabilir ve dolayısıyla insan ancak Yaratıcıya dayanırsa mutlak bir huzura erişir...
Ulusoy insanoğlunun çektiği tüm psikolojik sıkıntıların temelinde benlik kavramının yattığını anlatır kitabında... "yaşamı zorlaştıran, insanın sınırlarını bilmeyen benliğidir" der. İnsanın kendini kusursuz bir mükemmelliğe adama çabası kendi insanî zaaf, ihtiyaç ve eksikliklerinden uzaklaştırıyor, hayalî bir kusursuz varlığa ulaşmayı hedefliyor; mükemmel şeyler yapamadığını gördükçe kendine kızıyor, kendisinden soğuyor.. Hata yapma benliğin mükemmellik kriterine uymuyor. (Yani insan olduğumuzu unutup hırslanıyoruz, iyi de insanoğlunun yapısında hırs özelliği varsa ne yapalım? Bununla ilgili Mektubat'ta bir bahis var, şu konu kaynamasın da sonra ondan bahsedeyim..) Bu şekilde mükemmel olma çabası insanın narsist benliğinin bir oyunu... Diğer oyunundan ise şöyle bahseder; hayatını şikayet üzerine kurma, hayatı kendisine acıma haline getirme tutumu narsistleşmiş bir benlik oyunudur. Kendisine verilene şükran duyma yerine daha fazlasına hakkı olduğunu iddia eden narsistleşmiş benlik, varoluşun her halini bir tenkit unsuru haline getirir. Narsist benlik, kendisini Yaratıcıdan bağımsızlaştırmaya çalışarak, çekilen acıları O'na giden bir yola dönüştürmek yerine, kendisini yüceltmeye giden bir yola dönüştürür. Benlik bu yolla Yaratıcının insanın önüne koyduğu tüm varoluş olanaklarını hem hiçleştirir; bunu bir zavallılık, bir mahrumiyet konusu yaparak kendisine acır.
Bir insanın hayatının bir hiç olduğunu, gereksiz olduğunu hissetmesi insanın en temel acısıdır. Bunu düşünen ruh acı çeker, bir dayanak noktası arar. İnsanın aradığı dayanak noktası ya kendi içinde ya da kendi dışında olacaktır. Kendi dışındaki dayanak noktası ya kendi gibi aynı varoluş imkanına sahip diğer insanlar olacaktır, ya da tüm varoluşu yokluktan var kılan mutlak kudreti olan bir Yaratıcı... İnsanın kendi içindeki dayanak noktası yine kendisi olacaktır. Benlik kendisi dışında gerçekten kudretli, herşeye kâdir bir varlığı dayanak noktası kabul etmeyi reddeder. Kendisini dayanak noktası olarak seçecekse mükemmel olmalıdır. Zira, mükemmel olmayan bir varlık dayanak noktası olamaz. Gerçekte insan mutlak acizdir. Mükemmel olma çabası içerisinde her istediğinin gerçekleşmesini ister, engellenmeye tahammül edemez. İstedikleri olmadığında ise büyük öfke patlamaları yaşar...
Ve geliyoruz aşk sorunlarına...Aşk başkasını sevmek, başkasına bağlanmak olarak görülse de temelinde sevilmek, önemsenmek, değer bulma arayışı vardır. Karşılıksız sevenlerse fantazilerinde aşklarına karşılık bulurlar. Çünkü insan illa da önemsenmek, bir başka varlıkta anlam ve önem kazanmak ister. Bir başka varlığın içinde iyi bir yeri olduğuna inanmayan insanın aşkı biter. Aşkın bir diğer özelliği de sevilen kişinin yüceltilmesidir.Aşık olunan kişi, tüm insanî zayıflıklarından ve zaaflarından soyutlanarak kutsallaştırılır.
Yokluk, mutlak şer; varlık, mutlak hayırdır. (sanırım bu kısım mektubattaki bir bahisten esinlenmiş, ondan da sonra bahsedeyim) Yaratıcının insanı varetmesi, insana verdiği değerin mutlak ve sonsuz olduğunu gösterir. Çünkü varlık ile yokluk arasındaki fark sonsuzdur. İnsana sonsuz bir mesafe katettirilerek sonsuz bir değer verilmiştir. İnsan var edildiği an, bir kere mutlak değerli olmanın tadını da hissetmiştir. Hayat boyu arayacağı hep bu Mutlak Yaratıcının verdiği mutlak değer olacaktır. İnsanın ruhunu ancak mutlak değerli olduğu duygusu doyuracaktır. Yaratıcı ile ilişkilendirilmeyen hiçbir sevgi, hiçbir ilgi, hiçbir aşk insanı tatmin edemeyecektir...
Yani özetleyecek olursam; insanoğlu hayata geliş- yaşama amacını sorgularken kendine bir dayanak noktası-bir hayata bağlanma amacı seçer. Bu kimi zaman kendisi olur (bu durumda mükemmel olmaya çalışır, ama hayat her zaman istediğimiz yönde ilerlemeyeceği için buna ulaşamaz, ulaşamadıkça iç dünyası yıkıma uğrar, kendini sevmez, dolayısıyla çevresindekileri sevmez, Yaratıcıya kızar...), kimi zaman başka bir yaratılan olur (böyle olursa da hem ondan hep sevgi ve ilgi bekler, ama karşılığında alacağı şey hiçbir zaman mutlak sevgi olamayacağı için bu kişiyi asla tatmin edemez,bu yüzden hayalkırıklıkları yaşar). Sonuç olarak; insanın ruhu ancak Yaratıcının sevgisiyle doyuma ulaşabilir ve dolayısıyla insan ancak Yaratıcıya dayanırsa mutlak bir huzura erişir...
28 Nisan 2009 Salı
Son böyle olmasamıydı?
"Aşk" bitti.. Bozulacağım diye düşündüğüm şey gerçekleşti, Ella Aziz'e aşık oldu. Aman canım ben de pek bi katı düşünmüşüm, romanın adı aşk zaten, bunun olcağı belliydi, amma ve lâkin romanın ana teması "ilahi aşk" olduğuna göre sonu da şöyle bitmeli, en sonunda Ella Aziz'i kaybettikten sonra Müslüman olup Allah yoluna bağlanmalı, ilahi aşkı tatmalı... Bu romanın ikincisi yazılsa, bunda da Ella'nın bu safhada yaşadıkları anlatılsa o zaman bu ikili tadından yenmez bir hal alır...
27 Nisan 2009 Pazartesi
Siftah...
Biryerlerden başlamam gerekiyorsa, geçmişe doğru yol almadan önce bugünden başlamak, güncele dokunmak tercihim olacak. Bu durumda başlangıç noktam, bitirmek üzere olduğum, Elif Şafak'ın en son romanı Aşk olmalı değil mi.. Hiç adetim olmamasına rağmen bu güncel romanın büyüsüne kapıldım. Sebebi konusunda saklı, ilahi aşka değinen, tasavvuf kokan, insanı taa derinlere çeken büyüsü... Önce şaşırmıştım, tasavvuf popüler kültür takipçisi insanların pek de ilgisini çekmez.. Ama işin içinde popüler bir yazar olunca çekiyor demek ki. Bu noktada Elif Şafak'ı çok takdir ettim. Öte yandan itiraf etmeliyim ki, benim pek de popüler kültürü takip eden insanlar tarafından bilinmeyen favorim Emine Işınsu'nun aynı tarz romanlarından aldığım zevk bambaşka... Bu da popülerlik farkından olsa gerek. Yani popüler kültür takipçisi kitlenin ilgi duyması için yine de içine biraz farklı açılımları sokmak gerekiyor. Mesela Şems ile Mevlana'nın evlatlığı Kimya evliliğindeki mahrem ilişki yüzeysel anlatılsaydı olmazmıydı? bunu asıl amacı ilahi aşkı anlatan romana almak büyüyü bozmaz mı? Emine Işınsu böyle anlatımlara yer vermediği için mi ünlü-popüler olmuyor?
Romanın sonunu merak ediyorum, Ella ile Aziz arasında bir aşk olursa çok bozulacağım sanırım.. Neden ya, yoksa ben de aşka karşı mıyım "Aşk Şeriatı"yla henüz tanışmayan Ella gibi? Ellayla beraber "Aşk Şeriatı"yla tanıştığıma göre neden bozuluyorum ki?? Hayır.. İlahi aşka giden yol beşeri aşktan geçer, Züleyhanın Yusufa duyduğu şiddetli aşktan sonra ilahi aşka kapılmasıyla beraber Yusufa olan aşkının yok olması, ya da aslında seviye atlaması gibi... Öyleyse bu romanın sonunda da beşeri aşk olmamalı, yollar ilahi aşka varmalı...
Ee o zaman bitireyim bakalım...
Romanın sonunu merak ediyorum, Ella ile Aziz arasında bir aşk olursa çok bozulacağım sanırım.. Neden ya, yoksa ben de aşka karşı mıyım "Aşk Şeriatı"yla henüz tanışmayan Ella gibi? Ellayla beraber "Aşk Şeriatı"yla tanıştığıma göre neden bozuluyorum ki?? Hayır.. İlahi aşka giden yol beşeri aşktan geçer, Züleyhanın Yusufa duyduğu şiddetli aşktan sonra ilahi aşka kapılmasıyla beraber Yusufa olan aşkının yok olması, ya da aslında seviye atlaması gibi... Öyleyse bu romanın sonunda da beşeri aşk olmamalı, yollar ilahi aşka varmalı...
Ee o zaman bitireyim bakalım...
Kaydol:
Yorumlar (Atom)